Bosna sınırında adını bilmediğim bir sınır kasabasından Dubrovnik’e
geçmeye çalışıyorum. Dubrovnik’e otobüs bir sonraki gün sabah. Otostop çekmeye
çalışıyorum. Bir tane sırt çantasını omuzlamış bir Malatya’lı ismini bile
bilmediği bir sınır kasabasında hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu ve
İngilizcenin de hemen hiç kullanılmadığı bir yerde sınırı otostop ile geçmeye
çalışıyor. 10 dakika falan kimse durmuyor. Taksiciler geçiyor. 30 Euro
istiyorlar. Vermiyorum. Ancak zamanım da çok az. Bir sonraki gün Hırvatistandan
tekrar Bosna üzeri Sırbistan’a geçmem gerekiyor. Zaman azaldıkça Dubrovnik’i
göremeyecek miyim acaba diye düşünüyorum. İkinci taksici 25 Euro’ya düşüyor.
Gidip bir restoranda cevapcici yiyorum. Bazlama ekmeği, soğan ve köfte.
Bosnalıların yerel bir yemeği. Garsonlardan biri İngilizce bilen bir kızı
getiriyor. 20 Euro veriyorum bana bi taksi bulsana diyorum. Kız taksiyi buluyor
ancak taksinin korsan taksi olduğunu sınıra gelince anlıyorum. Taksici benimle
konuşmak için İngilizce bilen bir arkadaşını arıyor ve cep telefonu ile
anlaşıyoruz. Sınır polisleri önce kendi ülkelerine sadece 6 saatliğine
geldiğimi anlayamıyorlar. Paran var mı, var. Göster, peki. Üç kere
sorgulanıyorum. Önceki sınır geçişlerinde otobüste uyuklamıştım ve sadece geç dediler.
Şimdi ilk defa problem yaşıyorum. Adamlar Bosna’dan Hırvatistan’a, Hırvatistan
otobüs durağındaki Bosna otobüsüne binmek için gittiğimi düşünüyorlar. Bu doğru
ama bu işlemden önce 6 saatim var Dubrovnik’i gezmek için diyorum. Sonra tekrar
başa dönüyoruz. Paran var mı, var. Göster, peki. Şimdi niye gidiyosun
Hırvatistan’a. Bosna’ya gitmek için Bosna’dan neden geliyorsun?
Adını bilmediğim yer.
En sonunda sınır polisleri benim ve taksicinin haline acıyor ve bizi
bırakıyorlar. Dubrovnik2te dolaşırken kayboluyor ve eski şeri bulamıyorum. Kaybolmam
esnasında Özdere’nin ara sokaklarında dolaşıyor gibiyim. Ne kötü bir yermiş
burası diye düşünüyorum. Hiç bir şey yok, millet sadece denize girmek için mi
geliyor buraya. Türkiye böyle bir sürü çok güzel sahile sahip diye düşünüyorum.
Sonunda birilerinin yardımı ile otobüse biniyorum ve eski şehir denen yere
gidiyorum.
Yüzüklerin efendisindeki Gondor şehri vardır. Hava bükücü Avatar’da
toprak krallığı şehri vardır. İşte öyle ihtişamlı bir şehirmiş meğersem
Dubrovnik. Herşey taştan. Ortadan bir taş yol ilerliyor. Binaların arasındaki
merdiven ara cadde iki taraftan dağa doğru tırmanıyor ve şehri çevreleyen kale
surlarına dayanıyor. Dar, en fazla iki kişinin yan yana geçebileceği dar ara
sokakların ortada geniş “istiklal caddesi”ne açılıyor. Sonuna kadar ilerliyorum
Şehrin arka tarafı limana açılıyor. Kaleyi buradan çok daha güzel
görebiliyorum.
Yol boyunca canlı müzik hiç kesilmiyor. Sokak müzisyenleri her yanı
sarmış. Akşama doğru şehrin meşaleleri yanıyor. Tarihi bir hava tüm şehre hakim
oluyor. Dar sokaklardaki merdivenlerden dağa doğru çıkıyorum. Bitecek gibi
değil. Dubrovnik’e bir kere daha gitmem gerektiğini öğrenmek için bu kadar
koşturmaca yaşamam gerekiyormuş, onu öğreniyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder