14 Haziran 2012 Perşembe

Dubrovnik


Bosna sınırında adını bilmediğim bir sınır kasabasından Dubrovnik’e geçmeye çalışıyorum. Dubrovnik’e otobüs bir sonraki gün sabah. Otostop çekmeye çalışıyorum. Bir tane sırt çantasını omuzlamış bir Malatya’lı ismini bile bilmediği bir sınır kasabasında hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu ve İngilizcenin de hemen hiç kullanılmadığı bir yerde sınırı otostop ile geçmeye çalışıyor. 10 dakika falan kimse durmuyor. Taksiciler geçiyor. 30 Euro istiyorlar. Vermiyorum. Ancak zamanım da çok az. Bir sonraki gün Hırvatistandan tekrar Bosna üzeri Sırbistan’a geçmem gerekiyor. Zaman azaldıkça Dubrovnik’i göremeyecek miyim acaba diye düşünüyorum. İkinci taksici 25 Euro’ya düşüyor. Gidip bir restoranda cevapcici yiyorum. Bazlama ekmeği, soğan ve köfte. Bosnalıların yerel bir yemeği. Garsonlardan biri İngilizce bilen bir kızı getiriyor. 20 Euro veriyorum bana bi taksi bulsana diyorum. Kız taksiyi buluyor ancak taksinin korsan taksi olduğunu sınıra gelince anlıyorum. Taksici benimle konuşmak için İngilizce bilen bir arkadaşını arıyor ve cep telefonu ile anlaşıyoruz. Sınır polisleri önce kendi ülkelerine sadece 6 saatliğine geldiğimi anlayamıyorlar. Paran var mı, var. Göster, peki. Üç kere sorgulanıyorum. Önceki sınır geçişlerinde otobüste uyuklamıştım ve sadece geç dediler. Şimdi ilk defa problem yaşıyorum. Adamlar Bosna’dan Hırvatistan’a, Hırvatistan otobüs durağındaki Bosna otobüsüne binmek için gittiğimi düşünüyorlar. Bu doğru ama bu işlemden önce 6 saatim var Dubrovnik’i gezmek için diyorum. Sonra tekrar başa dönüyoruz. Paran var mı, var. Göster, peki. Şimdi niye gidiyosun Hırvatistan’a. Bosna’ya gitmek için Bosna’dan neden geliyorsun?
Adını bilmediğim yer.
En sonunda sınır polisleri benim ve taksicinin haline acıyor ve bizi bırakıyorlar. Dubrovnik2te dolaşırken kayboluyor ve eski şeri bulamıyorum. Kaybolmam esnasında Özdere’nin ara sokaklarında dolaşıyor gibiyim. Ne kötü bir yermiş burası diye düşünüyorum. Hiç bir şey yok, millet sadece denize girmek için mi geliyor buraya. Türkiye böyle bir sürü çok güzel sahile sahip diye düşünüyorum. Sonunda birilerinin yardımı ile otobüse biniyorum ve eski şehir denen yere gidiyorum.

Yüzüklerin efendisindeki Gondor şehri vardır. Hava bükücü Avatar’da toprak krallığı şehri vardır. İşte öyle ihtişamlı bir şehirmiş meğersem Dubrovnik. Herşey taştan. Ortadan bir taş yol ilerliyor. Binaların arasındaki merdiven ara cadde iki taraftan dağa doğru tırmanıyor ve şehri çevreleyen kale surlarına dayanıyor. Dar, en fazla iki kişinin yan yana geçebileceği dar ara sokakların ortada geniş “istiklal caddesi”ne açılıyor. Sonuna kadar ilerliyorum Şehrin arka tarafı limana açılıyor. Kaleyi buradan çok daha güzel görebiliyorum.


Yol boyunca canlı müzik hiç kesilmiyor. Sokak müzisyenleri her yanı sarmış. Akşama doğru şehrin meşaleleri yanıyor. Tarihi bir hava tüm şehre hakim oluyor. Dar sokaklardaki merdivenlerden dağa doğru çıkıyorum. Bitecek gibi değil. Dubrovnik’e bir kere daha gitmem gerektiğini öğrenmek için bu kadar koşturmaca yaşamam gerekiyormuş, onu öğreniyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder