25 Haziran 2012 Pazartesi

Masalların şehri Bangkok


Aman Allahım! Meğersem bütün masal yazarları buradaki hikayeleri yazmış. Meğersem uçan filler, güzel prensesler, yakışıklı prensler hep buradanmış. Meğersem benim açımdan bugüne kadar somut olmayan tüm o masal yaratıkları, tüm o kahramanlar buraya çizilmişmiş. Şu renklere bir bakın. Bir çocuğun meraktan ve heyecandan kocaman açılmış gözleriyle bakıyorum şimdi masalsı bu saraya. Anlatılan, paylaşılan bütün hikayeler resmedilmiş duvarlara. Savaşlar ve saray yaşamı ve mistik kahramanlar ve diğerleri. Bu kesinlikle dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir manzaradır.
Uçan filler, nefesiyle sarayı koruyan, hatta sarayı ayakta tutan masal kahramanları, aynı anda mızrak, balta, ok, bıçak, üç uçlu kılıç ve uzun kılıç kullanabilen korkunç yaratıklar ve tüm temiz yüzüyle savaşan insanlar.
Efendim işte kralı ve sarayı koruduğuna inanılan yaratıklardan biri.

Burada bu yaratıkların iki tarafda binanın girişini tuttuğunu görüyoruz. Bu doğu mistikliği işte.


 Renklere dikkat edin. Hiç böyle saray gördünüz mü? Masallardaki saray işte budur.
Sayın duvarları ufak taşlar (mozaiklere benziyor) ile bu şekilde rengarenk işleniyor.


Tipik olarak Buddhist bir kadın tapınakta dua ediyor.

Hangimiz daha korkutucuyuz?

Yaratıklar sarayı aynı zamanda ayakta tutuyor.



Gelelim masallara.

Sarayın ve önündeki savaşa giden askerlerin resmedilmesi


 Sarayı nefesi ile koruyan yaratık.

 İşte bu da gene sarayı düşmanlardan koruyan bir yaratık.

 İki ordunun savaşı görülüyor.




 Bir sürü oku birden atabilen yaratık.



Bangkok Grand Palace Yolunda


Tayland anıları BKK 2. Gün 5 Nisan 2012
Bugün uyumak istedim. Kalktığımda saat 2’ye geliyordu. Oteldem attım kendimi dışarı. Daha kahvaltımı yapmamışken tuktukçunun teki kadın fotoğrafları dolu bir albümü burnuma soktu. Bismillah dedim. Daha uyanamamışım, kahvaltı yapacak yer arıyorum, burnumun dibine sokulmuş çıplak kadın fotoları. Kahvaltıda ne yesem? Tai kahvaltısı nedir bilmiyorum. Dünya’nın bir çok yerinde kahvaltı konusunda hüsrana uğramış biri olarak ekmek arası peyinir, domates, zeytin satan subwayi bulmak günün güzel geçeceğinin ilk alametiydi. Kahvaltı ettikçe kafam çalışmaya başlıyor iki yudum da kahve içince iyiden iyiye kendime geliyorum.
Tabii en önemli sorun şimdi başlıyor. Grand Palace denen yere Nanaaa’dan nasıl gideceğim. Gençten bir iki çocuğa soruyorum. Genelde sadece onların arasından İngilizce bilen çıkıyor. Taksi’ye bin dediler. Atladım taksiye. Taksimetreyi aç deyince 10 metre ileride indirdi beni. İkinci taksici trafik yoğunluğuna rağmen beni almayı kabul ediyor. İnip yürüsem daha hızlı gideceğim. Sonunda geliyoruz Grand Palace’a. Taksiciler çakallar, hatta hemen herkes çakal.Yabancıysanız potansiyel kazıklanacak insansınız. Açıp haritayı nerede olduğumuzu gösteriyorum, hangi yoldan gideceğimizi soruyorum da beni kazıklamıyor. Normali biraz dolandırmak aslında. Bugün tanışacağım Alman arkadaşı dolandırdıkları gibi.

Neyse efendim vardım saraya, saat 15:00. Girdim içeri, görevli üniformalı teyze durdurdu beni. Hayırdır dedim. Şortla girmek yasak dedi. Nasıl yani dedim. İlk başta sinirlendim. Ne yapmalıyım dedim. Yarın gel, saat 1 saate saray kapanıyor dedi. Sinirli sinirli kadının yüzüne baktım. Kadın bana daha da sinirli baktı. Burası bir saray ve aynı zamanda bir tapınak. Üstelik kral şu an içeride. Bunlara saygı duymalısın dedi. Utandırdı beni sinirlenmiş olmamdan. Yemek isteyen aç bir köpeğin yalvaran masum suratını takınıo kadına bir daha melul melul baktım. Kadın yumuşadı biraz, ama yanındaki hıyar görevli hayır hayır sör, yarın gel dedim. Dedimki kendi kendime bu adamların kesin bir çözümü vardır. Bir iki yere girip çıktıktan sonra bir baktım ki yolun karşısında pantolon kiralayan bir dükkan var. Girdim dükkana. Tabii pantolonla ilgilenmiyorum. Sadece kaç paraya patlayacağına konsantre olmuş durumdayım. 100 baht (6 lira) depozito bırakıyorsun geri getirirsen 70 Baht geri veriyoruz. Off. Süper. 2 lira sadece kiralamak. E ver bir tane diyorum. Karşıma bir pantolon çıkıyor. Rengarenk, desenli, ciyak. Düz rengi yok mu bunun? Hayır yok. Saçmalamayın ben bunu giyemem. Sen bilirsin. Mecburen giyiyorum pantolunu. Şimdi anlıyorum sarayın içerisindeki bu ciyak renkli pantolonları giymiş insanları.Aslında hiçbir kuvvet bana bu pantolonu giydiremezdi ya zaman kısıtlıydı. Sonrasında bu hikayeyi pek sevimli buldum. Bu desenli, hatta bazısı ciyak renkli, ciddiyetten tamamen uzak çingene işi diye tabir edilen pantolunu giyince krala saygısızlık etmiyordum, düz renkli şortumu giyince saygısızlık oluyordu. Allahım diyorum, Dünya’nın her yerinde görüntü ne kadar da önemli. İçerik hiç bir şey görüntü herşey.

Her neyse efendim. Giydim son moda pantolonu, girdim tapınak ve saraya.

14 Haziran 2012 Perşembe

Guca çılgınlığı üzerine.



Müzikle çıldırmış bir şehir dolusu insan. Her yerde orkestralar var. Kafanı nereye çeevirsen iyi müzik dinleyebileceğin bir yerler bulabilirsin. Fotoğraftaki halimden de anlaşılacağı üzere sarhoşum ve ertesi gün kesinlikle içmeme ve güzel müziği sonuna kadar dinlemeye karar verdim. Ertesi gün oldu. Hakkaten akşama kadar içmemeyi başardım. Artık kötü müzik yapanların yanında duramıyor amatör ama iyi müzik yapan insanları arıyordum. Akşam olunca üşümeye başladığım için üzerime bir şeyler almaya misafiri olduğum Sırplar’ın evine gidiyorum. Bir gittim eve, kurmuşlar güzelim sofrayı, Rakıja içiyorlar. %75 alkollü bir çeşit ev yapımı brandy. Şat şeklinde içiliyor. Bir yandan da bangır bangır müzik çalıyor ve teyze amca, görümce hepsi içip beraberce şarkılar söylüyor. Bu Sırplar’da alevilik var herhal diye düşünüyorum. Adamlar bir şekilde beni sevdiler. Zorla oturtular. Zorla dediğim Bogdan ve Stevan diye iki herif vardı. Bildiğin insan azmanı. Benim kadar boy enlemesine de benden iki taneler. Jiveli diye ilk kadehi kaldırınca, ikinci kadehi arkadaş şerefe diye kaldırdılar. Bütün kadehler için bu son diyorum ama hepsi teker teker bana kadeh kaldırıyor. Stevan’ın karısı sadece İngilizce biliyor. Nazik olmak istiyorum, kalkmak istiyor ve sarhoş olmadan bir kahve içmek istiyorum ama beni bırakmıyorlar bildiğin Türk muhabbeti yapıp bu iki insan azmanı koluma giriyor. Aralarında Sırpça konuşuyorlar. Geyik malzemesi olduğumu hissediyorum. Stevan’ın karısı bizi hiç anlamıyorsun dimi diyor. İki şat sonra galiba anlayacağım diyorum. O zaman jivele diye kadeh kaldırıyor. Hakkaten artık ben de Sırpça şarkıya eşlik etmeye başlıyorum. Bogdan ve Stevan festivale gitmeye karar veriyor da ben de kendimi onlardan alabiliyorum.

Alana gittiğimde biraz sarhoşum. Gidip yemek yiyor, su ve kahveleri ardı ardına içiyorumki ayılayım. İyi de oluyor ve kendime gelmeyi başarıyorum. Orkestra yarışması var. Bir sürü orkestra var. Sıra ile çıkıp iki şarkı çalıyorlar Biri yavaş, trompetin acı çektiği bir şarkı. İkincisi hızlı dans etmek için. KOLO diye bir oyunları var. Halaya benziyor. Ama sola da gidiyorsun. Öğreniyorum oynamayı. Fransız asıllı Avusturyalı arkadaşım Pascalina’ya öğretmeye çalışıyorum. Bir türlü beceremiyor. Bu güneylilerde herhalde böyle yan yana omuz omuza oynama kültürü var sadece diye düşünüyorum.

Bir sonraki sefere kesin bir ses kayıt makinesi ile geleceğim. Unutuyorum çünkü dinlediklerimi. Kilise müzikleri vardı mesela. Çok güzel bir flütleri var ilahiler için. Neyin dilli hali diye düşünülebilir. Onu da kaydedemedim. Gördüğüm en iyi orkestra Boban ve Marko Markovic’inki. İnanılmazlardı. Bir de Goran Bregovic Sırp bir sanatçının solistliğinde Ederlezi’yi söylediler. O da muhteşemdi.

Gecenin ilerleyen saatlerin her iki kişiden birinin sarhoş olduğunu görüyorum. 

Dubrovnik


Bosna sınırında adını bilmediğim bir sınır kasabasından Dubrovnik’e geçmeye çalışıyorum. Dubrovnik’e otobüs bir sonraki gün sabah. Otostop çekmeye çalışıyorum. Bir tane sırt çantasını omuzlamış bir Malatya’lı ismini bile bilmediği bir sınır kasabasında hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu ve İngilizcenin de hemen hiç kullanılmadığı bir yerde sınırı otostop ile geçmeye çalışıyor. 10 dakika falan kimse durmuyor. Taksiciler geçiyor. 30 Euro istiyorlar. Vermiyorum. Ancak zamanım da çok az. Bir sonraki gün Hırvatistandan tekrar Bosna üzeri Sırbistan’a geçmem gerekiyor. Zaman azaldıkça Dubrovnik’i göremeyecek miyim acaba diye düşünüyorum. İkinci taksici 25 Euro’ya düşüyor. Gidip bir restoranda cevapcici yiyorum. Bazlama ekmeği, soğan ve köfte. Bosnalıların yerel bir yemeği. Garsonlardan biri İngilizce bilen bir kızı getiriyor. 20 Euro veriyorum bana bi taksi bulsana diyorum. Kız taksiyi buluyor ancak taksinin korsan taksi olduğunu sınıra gelince anlıyorum. Taksici benimle konuşmak için İngilizce bilen bir arkadaşını arıyor ve cep telefonu ile anlaşıyoruz. Sınır polisleri önce kendi ülkelerine sadece 6 saatliğine geldiğimi anlayamıyorlar. Paran var mı, var. Göster, peki. Üç kere sorgulanıyorum. Önceki sınır geçişlerinde otobüste uyuklamıştım ve sadece geç dediler. Şimdi ilk defa problem yaşıyorum. Adamlar Bosna’dan Hırvatistan’a, Hırvatistan otobüs durağındaki Bosna otobüsüne binmek için gittiğimi düşünüyorlar. Bu doğru ama bu işlemden önce 6 saatim var Dubrovnik’i gezmek için diyorum. Sonra tekrar başa dönüyoruz. Paran var mı, var. Göster, peki. Şimdi niye gidiyosun Hırvatistan’a. Bosna’ya gitmek için Bosna’dan neden geliyorsun?
Adını bilmediğim yer.
En sonunda sınır polisleri benim ve taksicinin haline acıyor ve bizi bırakıyorlar. Dubrovnik2te dolaşırken kayboluyor ve eski şeri bulamıyorum. Kaybolmam esnasında Özdere’nin ara sokaklarında dolaşıyor gibiyim. Ne kötü bir yermiş burası diye düşünüyorum. Hiç bir şey yok, millet sadece denize girmek için mi geliyor buraya. Türkiye böyle bir sürü çok güzel sahile sahip diye düşünüyorum. Sonunda birilerinin yardımı ile otobüse biniyorum ve eski şehir denen yere gidiyorum.

Yüzüklerin efendisindeki Gondor şehri vardır. Hava bükücü Avatar’da toprak krallığı şehri vardır. İşte öyle ihtişamlı bir şehirmiş meğersem Dubrovnik. Herşey taştan. Ortadan bir taş yol ilerliyor. Binaların arasındaki merdiven ara cadde iki taraftan dağa doğru tırmanıyor ve şehri çevreleyen kale surlarına dayanıyor. Dar, en fazla iki kişinin yan yana geçebileceği dar ara sokakların ortada geniş “istiklal caddesi”ne açılıyor. Sonuna kadar ilerliyorum Şehrin arka tarafı limana açılıyor. Kaleyi buradan çok daha güzel görebiliyorum.


Yol boyunca canlı müzik hiç kesilmiyor. Sokak müzisyenleri her yanı sarmış. Akşama doğru şehrin meşaleleri yanıyor. Tarihi bir hava tüm şehre hakim oluyor. Dar sokaklardaki merdivenlerden dağa doğru çıkıyorum. Bitecek gibi değil. Dubrovnik’e bir kere daha gitmem gerektiğini öğrenmek için bu kadar koşturmaca yaşamam gerekiyormuş, onu öğreniyorum.

Mostar İzlenimleri


Belgrad (Sırp) plakalı arabayla önce müslüman mahallesinenden geçtik. İki tarafta Sırpları pek sevmiyorlar. Bu sebeple garip bir gerginlik hissediyorsunuz. İlk defa Sırp değil Türk olduğumuz için seviniyoruz.

Şehirdeki en önemli yapı Mostar köprüsü. Köprü doğu ile batı arasında geçişi sağlıyor. Be sebeple bir zamanlar Mostar ekonomik olarak çok iyi durumdaymış. Köprü yakın zamanda nehir doğal bir sınırdır diye düşünülerek Hırvatlar tarafından havaya uçurulmuş. Yeniden yapılması için pek sevdiğimiz RTE destek vermiş. Zaten köprünün ilk halini de Abdullaziz döneminde Hayruddin yapıyor. Sarajevo gibi Mostar’da da müslüman ve katolik zengin evleri mevcut. Balkanlardaki en güzel ev olarak gösterilen Muslibegovic’in evine gidiyorum. Musli adamın ismi, begovic d e bir çeşit ünvan. Evin içerisinde haremlik ve selamlık var. aynen bu kelimeleri kullanıyorlar. Otele çevrilmiş durumda. Paranız varsa bu evde kalmak iyi bir fikir. Her yer ahşap döşeme. Pencerenin önünde alçak divan. Bağdaş kurup oturmak için olan divanlar duvar boyunca uzanıyor. Odanın ortasında mangal. Kenarda çok ilginç işlemeli ve tavana kadar uzanan duvara yapışık soba.

Çıkıyorum evden ve 1550’lerde yapılmış olan bir camiiye giriyorum. Camiye giriş 2 euro. Zaten tüm tarihi yapılara giriş paralı. Minareye çıkmak istersen 4 euro. Ancak görevli tek başıma olduğumu öğrenince 2 euroya minareye de öıkabileceğimi söyledi. Zaten burada hiçbir fiyat kesin değil. Taksiye aynı yoliçin yarı para verdiğim oldu. Kuzeylile buralarda ne yapıyordur acaba diye düşünüyorum.

Hayatımda ilk defa minareye çıkma Bosna’da kısmetmiş. Minarenin merdivenleri bitmek bilmiyor. Dön dön dur. Insanın başı dönüyor. Minareye çıknca bir ezan okuyasım geliyor ama ramazanda böyle bir espriyi müslümanların kaldıramayacağını düşünüp susuyorum.

İmana geliyorum. Tepede beni bekleyen iki yabancı görüyorum. Minareye çıkış merdivenleri tek kişilik. Mostar manzarası muhteşem. Nehrin müslüman tarafından katolik tarafını izliyorum. Dağın tepesine koca bir haç yapmışlar. Aynı hacı başka Bosna şehirlerinde de görmüştüm. Dubrovnik’te de aynı hacı göreceğim. Yükseklik korku baş gösteriyor. İmam olmak zor iş diye düşünüyorum.

Mostar’da bir sinagog var. oraya doğru gidiyorum. Bosna’daki yahudilerin büyük bölümü ikinci paylaşım savaşında katledilmiş. Bu sebeple pek yahudi kalmamış durumda. Saat kulesine gidiyorum. O da harap edilmiş durumda. Bosna’da bir çok tarihi yapı harap edilmiş, sonrasında tekrar inşa edilmiş. Yoruluyorum ve nehrin kenarında bir yerlerde oturup bir şeyler içiyorum. Buraya gelen herkes nehrin kenarına oturup bir yemek yemeli. Hatta akşam yemeği. Köprüyü ve ışıklı şehri tüm gücüyle içine çekmeli.
Mostar köprüsüne biri çıkıp para topluyor. Sonrasında alkışlar eşliğinde köprüden aşağı atlıyor. 26 metre. Aslında atlamaktan ziyade kendini bırakıyor, kollarını iki yana açıyor ve diz kapaklarının üzerine düşüyor.Artık Mostar’da olmadığıma göre rahatlıkla söyleyebilirim: Ne var ki böyle atladıktan sonra ben de yaparım. Malumunuz erkekler kadınları etkilemek için atlarmış buradan.

Köprünün iki tarafı çarşı. Bizdeki bakırcılar çarşısı gibi. Dar sokaklar vve her yer taş. Nehirden gelen taşlar bunlar. Yolun iki tarafında dükkanlar. Mostar zamanın çok zengin şehirlerinden. Genel olarak tüm tarihi eserler müslüman tarafında. Hristiyan tarafına Osmanlı, zamanın en büyük manastırlarından birini yapmış durumda.
Şehirde iki tarafın savaşta kaybettiği insanlar için iki ayrı mezarlık bulunuyor. Mezar taşlarında hep 1993 yazıyor. Müslüman tarafındakinin ismi şehitlik.



Normalleştirme üzerine;


Belgrad’dayım. Üç tane (kızkardeşim) Özge ile aynı odada kalıyorum. İkisi İtalyan biri Fransız üç kızla aynı odada. Odaya giriyorum. Öyle iç çamaşırlarıyla oturuyorlar, dolanıyorlar odada. Ben kasılıyorum. Özge’yi düşünüyorum. Zamanla biraz daha rahatlayıp o haldeki kızlarla konuşabiliyorum. Aslında anormal olan benim. Normali onlarınki. Fark ediyorum. Ama durum komik. Yani odaya giriyorum hepsi gayet rahat iç çamaşırları ile odada dolanan üç tane kız. Benim odaya girdiğimi görünce gülümseyerek merhaba diyorlar. İlk başta onlarla ilgilenmediğimi göstermek için elimden geleni yapıyorum. İzotop ayrıştırıcısı bulup fizik alanında Nobel’i alma motivasyonu ve ilgisiyle çoraplarımı katlayıp çantamı düzenliyorum. Zamanla ben de içimden bu durum normal, bu durum normal diye tekrarlayarak odaya giriyor, merhaba diyorum. Hatta normal olduğuna kendimi inandırmak için nasıl gidiyor diye soruyorum. Sohbet falan bile ediyorum. Ama içinden gelen odada ne işim varsa bitirip hemen odadan çıkmak. Sonrasında mesele benim için de normalleşiyor. Artık ben de üzerimi değiştiriyorum yanlarında, kızların üzerinde don sütyen, Belgrad’ın müzerinden konuşmaya başlıyoruz. Tesla müzesini gördün mü? Mutlaka görmelisin. Çok güzel çizimleri var. Öyle mi? Biliyor musunu o deney düzeneğini hazırlamak için kaç yılını harcamış Saldım kendimi. Öyle cinsiyetsizim. Durum benim için daha fazla normalleşmeden Belgrad’dan ayrılıyorum.

Saraybosna İzlenimleri:


Saraybosna harika bir şehir. Belgrad’da da olduğu gibi şehrin ortasından bir nehir geçiyor. Ancak şehri ikiye bölen bir nehir bu. Dinler ve milletleri ikiye ayıran bir nehir. Bir tarafta ortodoks Sırplar, katolik Hırvatlar, diğer tarafta Müslümanlar. Nehri mi paylaşamazlar. Nehir onların savaşlarına aldırmadan usulca akar. Çünkü nehrin dini yoktur.
Siz hiç bütün yeni olmayan binaları delik deşik olmuş bir şehir gördünüz mü? Sarajevo öyle bir şehir işte. Nehrin iki tarafını birleştirmeye karşı, marifetmiş gibi dimdik ayakta olmaktan gururlu o oyuklar evlerin duvarlarında. O izler olduğu gibi duruyor. Oysa ramazanda top atışlarından hemen sonra ezan ve kilise çanları beraber açıyor iftarlarını. Din ve millet. Sizler nasıl oluyorda insanları bu kadar ayırabiliyorsunuz.
Şehir 16 yüzyıldan, Kanuni’den kalma bir camii, bunun yanında Gazi Hüsrev tarafından yapılmış bir cami ve çarşı ile müslümanlığı, ortodoks kiliseleri ve kathedrali ile Hristiyanlığı kucaklıyor. Ikinci Dünya savaşından önce Yahudiler de burada yaşıyorlarmış. Onlardan kalma bir Sinagog bile var. Şimdi bağışlanmış bir kukla tiyatrosu. Hristiyan Despiç ve Müslüman Svrzo’nun evleri de bu şehirde. Sırbistan gibi burada da (burada daha da kötü bence) işsizlik hat sathında. Insanlar burada da kendi müziklerini pek dinlemiyorlar. Hala “Sevda” (Bosna Müziği) dinleyemedim. İkinci gün ancak bu müziği dinleyeğim bir yer bulabileceğim.
1550’lerden kalma camii.
Ancak şehrin kaderi kötü. Avusturya Macaristan veliahtı Ferdinand’ın suikaste kurban gittiği ve 1. Paylaşım savaşının başlama sebebi olarak gösterilen olay aşağıdaki fotonun olduğu caddede geçiyor ve aynı gün düzenlenen ikici suikastte ölüyor. Müslüman ve hristiyanlar arasındaki bütün savaşlarda olduğu gibi müslümanlar İstanbul’a Hristiyanlar batıya.
Ferdinand’ın suikast’e kurban gittiği cadde ve anısına yapılan müze (Hemen arkamda nehir var)

Şehir etrafındaki dağlara çıkmayı göze alsa da az katlı binalarla genişliyor. Etraf yemyeşil. Belgrad gibi.
Sarajevo’da Türkleri doğal olarak seviyorlar. Ancak bu sevigye kanmamak gerekiyor. Çok rahat para üstünü eksik vererek veya baştan yaptığınız pazarlığa uymayarak sözlerini yiyebiliyorlar. Gene de bizden dürüst sayılırlar.
Belgrad gibi burada da mimari çok güzel. Hakkaten de şehirleri güzel. Sokakların bir karakteri var. İstanbul gibi, ama Ankara gibi değil (Ulus’u tenzih ediyorum) Yürümekten kendinizi alamazsınız.
Sarajevo’da insanların kültürüne dair bir yabancılık yaşamıyorsunuz. Burada da insanlar oturup kahve (Bosna kahvesi veya Türk kahvesi) içip sohbet ediyorsunuz. Belgrad’ın aksine burada herkes alkol içmiyor. İnsanlar daha çok nargile’yi tercih ediyorlar. Bütün nagile kafeler iftardan sonra tıklım tıklım. Kullanılan dili bilmesem buranın kesinlikle Türkiye olduğunu düşünürdüm.



Belgrad İzlenimleri


Hakkaten de bu slavlar üstün ırk. Bence Dünya’yı onlar yönetmeliler. Amatör olarak panislavist olmayı düşünüyorum. Konuştum Sırp arkadaşlarla. Çok sevindiler. Benim bağlantılarımla sıcak denizlere inmeye karar verdiler çok duydulandım.
Birinci gün akşamında Belgrad’da vardım. Tabii görülecek bir tek gece hayatı vardı o saatte. Belgrad’ın gece hayatı çok kötü. Gerçi ben Belgrad’dan ayrıldıktan sonra çok güzel yerel müzikler yapan yerler öğrendim ama fırsat kaçmıştı. Genel olarak Belgrad’dın her yerinde anlamsız gürültülü müzxikler var. Genel olarak eski komünist ülkerlerin çoğunda bu Türkiye’nin 80’lerini gözlemleyebilirsiniz. Bir tek vatka ve Serpil Çakmaklı saçları eksik. Kendi güzelim müziklerini bırakmış gibi görünüyorlar. Bu müzikleri dilemek için bir Sırp ailesi ile 4 gün geçirmem gerekti. Belgrad’da Tuna (Dunavi) nehrindeki yüzen diskolardan bahsediyorum. Düşünsenize bir kere. O pek övülerek anlatılan Tuna nehrindeki tekne eğlenceleri aslında rezil bir müziğin yapıldığı iğrenç DJ ortamları. Bu görgüsüzlüğü Ukrayna’da da görmüştüm. Dünya’da yer etmiş evrensel müzikler yapıyorsun. Herkes senin müziklerine hayran kalıyor. Sen de tutup saçma sapan müziklerle ilgileniyorsun. O müzikle dans ediyor eğleniyorsun.Bu batının bizdeki hayranlığı nedir diye düşünüyorum. Ama Allah için Sırplar hakkaten üstün ırk. Uzun boylu ve güzeller (erkeklerden de bahsediyorum). Bir de benden bile uzun kadınlar var.
Ertesi gün kale meydanı (Kalemegdan) denen yeri gezdim.Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği yere kurulmuş bir şehir Belgrad ve meydan bu iki nehri görebileceğiniz en güzel yerde.Aman allahım. O ne güzel bir şehir. Nehrin şehri Belgrad. Işıklı köprülerin şehri. Nehirde bir su damlası olup tüm şehri baştan aşağı dolaşmak istiyorum. Hatta buradan Karadeniz’e kadar bütün hikayeleri izlemeyi arzuluyorum.

Kalede çekilmiş ve Tuna ile Sava’nın birleştiği yeri gösteren foto
Kale meydanında bir askeri müze vardı. Sunay Akın’ın söylediği bir laf vardır: Askeri müzeleri seviyorum. Tabii o militarizmden nefret ettiği için söylemiş. Bense nefret ettiğimi farkettim. Uçaksavarlar, toplar ve tanklar var. 19 ve 20. yy den kalmalar. Oraya bir not düşmek istedim. Yirmibirinci yüzyılda insanlık olarak sadece bunların daha güçlülerini, daha dayanıklılarını ve daha büyüklerini yapmayı başardık.
NATO’nun bombaladığı sivil binaları gördüm. Hostel işletmecimiz yaşlı kadın ilk söylediğinde anlamadım. NATO şehrimizi bombaladı dedi. NATO neden bombalar bir şehri? Hadi askeri bölgeleri ve teçhizatları anladık. Kocaman sivil binaların tam ortasından arkasını görmemize neden olacak bombaları savurmanın sebebi nedir? Biliyordum, ama yeterince görmemiştim. Nasıl meşrudur bu savaş?
Sırbistan’ın en büyük kilisesine gittim. Bence burası biz kilise değil bir Camii idi. Lütfen resme bir bakın ve öndeki ben’i bırakıp arkaya konsantre olun. Bu bir kilise mi alahh aşkına. Hadi tanrı aşkına veya İsa aşkına diyelim. Bu bildiğin cami işte. Ortodokslar da müslümandır, tanrı yoktur Allah vardır diyesim geldi.

Cami diye yutturulan Sırpların en büyük kilisesi

Kilisede şansa bakın ki ayin vardı. Girdim içeri. Teyzeler, amcalar, gençler, çocuklar hepsi birden ilahi söylemeye başladılar. Kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki. Dinledim ilahilerini ben de aynı hissi yaşayabilirmiyim diye. Hatta kürsülerden birinde saf tutup kitaba baktım belki ilahiye katılabilir diye. Hayır. Bende bir şey ifade etmedi. Dışarı çıkıp sigara yaktım bir tane. Zaten hiçbir zaman iyi bir hristiyan olamadım diye düşündüm. Gerçi aynı laf musevilik, budizm ve müslimanlık için de geçerli. Belki Jedi dini. Ben kalplerine mühür vurulmuş, kalp gözü ile hakk-ı, yaradanı göremeyen onlardandım. Zaten hiç biz olamadım, hep onlar oldum. Ama en azından ‘O’ olmadım diye sevinerek kiliseden ayrılıyorum.
Nicola Tesla müzesi de Belgrad’da idi. Buraya kadar gelmişken hacı olmamak olmazdı. Yürüdüm müzeye kadar. Bir tek Türkiye’de bilime merak yok sanırdım. Sorduğum kimse müzenin nereden olduğunu bilmiyordu. Koca kalın gözlüklü bir iki Sırp’a sormayı akıl etmesem hayatta müzeyi bulamzdım. Gittim, Tesla’nın dergahı kapalı. Duvarını öpüp yüz sürdüm. İçeriye doğru bir 10 Dinar (0.1 Euro) atıp Tesla’m bana 100 atıflı bir makale yazmayı nasip et, büyüksün dedim.İnştesla, dileğim kabul olur.
Tesla’nın müzesi
Önemli bir noktayı atladım. Sırplar Türklerden nefret ediyorlarmış gibi bir duyum almıştım. Açıkçası ben bu nefreti hiç yaşamadım. Tabii Türk olduğumu pek az insan biliyordu. Bir çok insana İsveç göçmeni İran Kürd’ü olduğumu söylemiştim. Bunun da bir etkisi olabilir. Sırp’lar çok naifler. Yardım severler. Ama bu ikisinden daha önemlisi görev bilinçleri gayet yüksek. Yani taksici bizi indirdikten sonra bizi hakkaten merak ediyor. Ulaşmak istediğimiz yere ulaşıp ulaşmadığımızı merak ediyor.Birine yol sorunca doğru cevabı vermek için elinden geleni yapıyor.Tabii kimi Türk arkadaşlar bu yardım severlikten faydalanmak amacı ile güzelcene kızlara yol sormadı değil.
Otobüs durağına geliyordum. Birine yol sordum. Bu biri her hali ile Sırptı. Bu arada şunu söylemeliyim. Sırp diye bir tip var. Nereli olduğumu söyledim. Herif beni baştan aşağı süzdü ve Türkler, sağlıklı ve güçlüdür dedi. Kendimi damızlık boğa gibi hissettim.
Son olarak Sırp’ın teki dediki hepimiz Türk’üz. Sonuçta hepizin atalarını (analarını ve kızlarını) siz Türkler diiiiiiiiiit. Bu sebeple hepimiz Türküz dedi. Adamda sınıf bilincini anlayacak bir kafa yoktu. Kafamı başka tarafa çevirdim.