5 Temmuz 2012 Perşembe

Kapitalizmin Çarpıklığı ve Güven


Güven, bir insanı en temelde iyi bir insan yapan özelliklerin başında gelir. İnsanın bir insana güvenmesi hem onu sevmesi hem de kendini sevilecek bir insan haline getirmesini sağlar. Hayatından güveni çıkaran kişi ilk olarak karşıdakinin hep art niyetli olduğu kurgusuyla hareket edecektir. Bu düşünce yapısını sürdüren insanın uzun vadede kendisinin de aynı şekilde art niyetli olmasından başka çıkar yol yoktur. Şimdi peki neden bu hepimizin bildiği şeyleri anlatıyorum.
Kapitalizmin uygulanageldiği bizim gibi geri bırakılmış ülkelerde parçalanan aile bağlarının sonucunda yalnızlaşan bireyler ortaya çıkmaktadır. Yalnızlaşan bireyler birbiriyle güven sorunu yaşamak zorunda değildir. Tipik olarak bir Alman, ya da bir Norveç’li için güven önemli bir erdemken bizim ülkemizde gün geçtikçe değerini yitirmektedir. Mesela bir Avrupa’lı kadın tüm Avrupa’yı tek başına otostop çekerek gezebilir, en ücra ve ucuz hostellerde hiç tanımadığı ve hatta karşı cinsleri de içeren on kişinin arasında uyuyabilir. Bu ülkelerin insanları söylenen bir sözün arkasında öncelikli olarak bir art niyet aramayı düşünmezler. Söylenen sözdeki hatalar ancak karşıdakinin bilgi eksikliğinden veya kendilerinin yanlış anlama ihtimallerinden ortaya çıkar. İlk başta her iyi niyetli insan gibi karşısındakinin de iyi bir insan olduğunu düşünürler genel olarak. Tabii onlardaki yozlaşma da, onların da sütten çıkmış ak kaşık olmadığı da ayrıca tartışılabilir ama bu yazının konusu değildir.
Bizim gibi ülkelerde ise güvensizlik gün geçtikçe artmaktadır. Bizim bu ülkelerden farkımız kapitalizmin çarpıklığından kaynaklanır. Çünkü çarpık kapitalizmin en önemli unsuru olan hak-hukuk ihlalleri insanlara doğru hayat öğretisi olarak kısa yoldan ve emek vermeden bir takım bilgi, yetki, para ve hatta eş, sevgili kazandırmayı belletir. Bunun için yapılması gereken bu rolleri iyi oynayabilmektir. Kendinden vazgeçmeyi gerektiren bu davranış biçiminin en karakteristik özelliği ironik olarak aslında varlığı yokluğu gün geçtikçe kaybolmakta olsa da kendinden bahsetme ve kendini karşılaştırma durumudur.
Bundan 30 yıl önce de çarpık da olsa aslında bir kapitalizm vardı ancak güven tabii ki bu kadar sorun değildi. Bu her ne kadar karşıt bir argüman olarak görünüyor olsa da aile bağlarının değişimini ihmal etmektedir. Mahalle yaşamı, aile bağları, iş arkadaşlıkları ve toplumsallık bundan 30 yıl önce çok daha güçlü bir güven ortamı doğurmaktaydı. İnsanlar birbirlerinin sıcaklığını çok daha fazla duyuyordu. Çözülen bu bağlara bir de gemisini kurtaran kaptan mantığı eklenmesi insanlardaki erdemlerde bir erozyon yarattı. Bu tahribat tam olarak kimlik boşalmasıdır. Aynı olmayan bir kimlik boşalmasını elbette çarpık olmayan kapitalist ülkelerdeki insanlar da yaşar. Ancak hala güven anlamında bizim kadar geri bir noktaya düştükleri söylenemez.
İşte bu noktada yaşanan kimlik boşalmasını doldurmanın, daha doğrusu ört bas etmenin en iyi yolu kendisinin herkesten farklı olduğunu kanıtlayan bir ego geliştirmektir. İnsan ilişkilerinde, özellikle paylaşım savaşının daha da sert olduğu yerler olan işyerlerinde bu ego savaşlarına çokça tanık olunabilir. Bu savaşların ortak noktası diğerinin iyi niyetli olmadığı varsayımıdır. Bu art niyetlilik güven duygusundaki boşlukla doğru orantılıdır. Ne kadar kendinden vazgeçebilirsen o kadar önemli olduğunu düşünürsün. Çünkü boşluğun farkındasındır ve rahatlayacak tek alanın çizilmiş olan başarı kriterlerinde bir üst basamağa çıkabilmendir. Yani kendin olduğun için bu hayatı yaşamaktansa, söyleneni yaşadığın için birşeysindir. Bu birşeylikle övünebilmek için birşey de olsan başarılı birşey olman gerekir. Bu noktada bu çarpıklığın farkında olup hala kendi olduğu için bu hayatı yaşamayı başaran insanlar dost olmayı, aşık olmayı ve mutlu mu bilmiyorum ama en azından doyumlu bir hayat yaşamayı başarabilirler. Tabii tahribattan kısmen korunmanın yolu budur.
İyi bir insan olmanın çok önemli bir özelliği ilk olarak karşındakinin iyi niyetli olduğunu düşünmektir. Elbette saf veya salak olmaktan bahsedilmemektedir. Ancak insanlar iyidir ve sen insanlara iyilik edersen onlardaki iyi tarafı ortaya çıkarırsın diye düşünmeden kurulan her ilişki yanlış anlamalara gebedir. Tarihte insanların birbirini bu kadar çok yanlış anladığı başka bir zaman var mıdır?

3 Temmuz 2012 Salı

HK’da hayatım nasıl gidiyor? (1)


HK'da işler iyi durumda. Şehir bence Dünya'nın en güzel şehridir. Canlılık, doğa, yemekler, spor imkanları vb. Ancak tabii ki Türkiye'yi çok özledim. Bu açıdan bu kadar yerel bir insan olduğumu burada öğrendim diyebilirim. Akademik ortama gelince burada işler biraz Türkiye'deki biraz da Amerika'daki gibi ilerliyor. Makale hedefli işe yaramayan bir çok photoshop çalışması yapılıyor. Ancak bunun yanında HK devlet kurumlarına ve hatta Çin'deki kurumlara da projeler yapılıyor. Benim hocam İtalyan ve İtalya'da POLIMI'de geliştirilen bir tekniği (Permanent Scatterers in InSAR) daha da ilerleterek yükseklik değişimini uydu görüntülerinden milimetre hassasiyetinde tespit edebiliyor. Benim de işim biraz bu. Biraz da değişiklik tespiti. 

Hong Kong Şehri
HK'nın %74'ü ormanlık alan olan, dört bir yanı okyanusla çevrili bir ada ve bu adanın üst tarafındaki anakara parçası. Doğa yürüyüşü seviyorsanız HK bunun için ideal bir yer. Şehrin bir çok yerinden bu manzarayı görme şansınız var. HK deyince hep akla o yüksek gökdelenler gelir. Ancak emin olun HK bundan  çok daha farklıdır. Şehrin dünyanın en yüksek yoğunluklu şehri olduğu söylenir. Ancak HK'nın nüfusu 7 milyon. Yani eğer bu şehir merkezlerine özellikle yoğun saatlerde gitmezseniz bu yoğunluğu yaşamazsınız.  Gene de, benim gibi yürümeyi çok seven ve boyundan ötürü biraz da hızlı yürüyen bir insan için bu insan seli çok sinir bozucu olabiliyor. Hemen kendimi bir restorana atıyorum böyle durumlarda. 

HK Yemekleri
Burada yemekler bir harikadır. Hep tabii uzak doğu deyince aklımıza börtü böcek, köpek eti, kurbağa yedikleri falan gelir. Çoğu zaman aslında bunları bulamazsınız. İsteseniz de bunları bulmanız biraz zor. Genelde yenenler içerik olarak bizimkilere benziyorlar. Tabii pişirme şekilleri bambaşkadır. HK yemek yemeyi seven bir insan için muhteşem fırsatlar sunar. Harika yemekleri vardır. Çin yemeği denen yemek aslında 6 çeşittir. Farklı bölgelerde farklı yemekler. Bu güney doğu asya bölgesinde yemekler farklı. Özellikle HK ve çevresindeki yemeklerden bir tanesi Dim Sum denen şey. Tipik olarak arkadaşlarınızla bir restorana gidersiniz. Çünkü Dim Sum tek başına pek tercih edilmez. Siz birçok Dim Sum söylersiniz ve yuvarlak masada oturursunuz. Masanın ortasında gene yuvarlak dönen bir cam bulunur ve bu camda çay ve Dim Sum'lar bulunur.  Siz önünüze gelecek şekilde cam tablayı çevirirsiniz ama bu sırada başkalarını da kontrol etmelisiniz. Saygı kültürü burada da bizdekine benzer.


HK İnsanları
HK'da 4 profil vardır. En üst seviyede batılılar vardır. Hayatımda hiç batılı olmamıştım. Onların altında HK'lılar. Daha doğrusu HK doğumlular. Bunlar genel olarak Çinlilerden nefret ederler. Bir alt kademede Çin'liler. Yalnız Çin'li değil "from Mainland China" diye tanıtırlar kendilerini. Burası için de aslında pek sevilmeyen bir tanımlama olsa da Tayvan'da ciddi bir politik duruşu gösteriyor. Yani aslında HK'nın Çin'e bağlılığını vurguluyor bu tanımlama. En altta ise buraya çocuk bakıcılığı için Endonezya va Filipinler'den gelen kadınlar var. Genel olarak kurgu böyle. Para kazanma motivasayonu çok fazladır HK'da. İnsanlar bu açıdan fazlaca mekanikleşmiştir. Bu uğraşlarının dışında da genelde evlerinde oturmayı veya alışveriş yapmayı tercih ederler. Çinliler ve kısmen HK'lılar genel olarak yeniliklere kapalıdır. Bu çok gariptir. Bir Çinlinin hayattaki en büyük amacı toprak sahibi olmak ve yerleşmektir. Yani Dünya'yı merak etmez, yeni şeyler denemek istemez. Buradaki Çin'li bir arkadaşım bu durumu şöyle açıklıyor. Mesela Amerika kıtasını keşfedenler maceracılardır. Apple, Facebook gibi ürünleri geliştirenler de gene böyle insanlardır. Biz ise macerayı sevmeyiz. Daha yerleşiğiz. Mesela Lübnan'da, Suriye ve Mısır'da olanlara Çin'in bakışı nedir? Açıklama çok basit. Bizi ilgilendirmez. Biz (emperyal bir güç gibi) silahla oraya girmeyi düşünmeyiz. Yeni bir iktidarın gelmesini bekleriz. O gelince de, merhaba, hayırlı olsun pek şanlı ...Hadi iş yapalım deriz. Çok garip. Çin kültürü uzun uzun irdelenmesi gereken bir konu.



25 Haziran 2012 Pazartesi

Masalların şehri Bangkok


Aman Allahım! Meğersem bütün masal yazarları buradaki hikayeleri yazmış. Meğersem uçan filler, güzel prensesler, yakışıklı prensler hep buradanmış. Meğersem benim açımdan bugüne kadar somut olmayan tüm o masal yaratıkları, tüm o kahramanlar buraya çizilmişmiş. Şu renklere bir bakın. Bir çocuğun meraktan ve heyecandan kocaman açılmış gözleriyle bakıyorum şimdi masalsı bu saraya. Anlatılan, paylaşılan bütün hikayeler resmedilmiş duvarlara. Savaşlar ve saray yaşamı ve mistik kahramanlar ve diğerleri. Bu kesinlikle dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir manzaradır.
Uçan filler, nefesiyle sarayı koruyan, hatta sarayı ayakta tutan masal kahramanları, aynı anda mızrak, balta, ok, bıçak, üç uçlu kılıç ve uzun kılıç kullanabilen korkunç yaratıklar ve tüm temiz yüzüyle savaşan insanlar.
Efendim işte kralı ve sarayı koruduğuna inanılan yaratıklardan biri.

Burada bu yaratıkların iki tarafda binanın girişini tuttuğunu görüyoruz. Bu doğu mistikliği işte.


 Renklere dikkat edin. Hiç böyle saray gördünüz mü? Masallardaki saray işte budur.
Sayın duvarları ufak taşlar (mozaiklere benziyor) ile bu şekilde rengarenk işleniyor.


Tipik olarak Buddhist bir kadın tapınakta dua ediyor.

Hangimiz daha korkutucuyuz?

Yaratıklar sarayı aynı zamanda ayakta tutuyor.



Gelelim masallara.

Sarayın ve önündeki savaşa giden askerlerin resmedilmesi


 Sarayı nefesi ile koruyan yaratık.

 İşte bu da gene sarayı düşmanlardan koruyan bir yaratık.

 İki ordunun savaşı görülüyor.




 Bir sürü oku birden atabilen yaratık.



Bangkok Grand Palace Yolunda


Tayland anıları BKK 2. Gün 5 Nisan 2012
Bugün uyumak istedim. Kalktığımda saat 2’ye geliyordu. Oteldem attım kendimi dışarı. Daha kahvaltımı yapmamışken tuktukçunun teki kadın fotoğrafları dolu bir albümü burnuma soktu. Bismillah dedim. Daha uyanamamışım, kahvaltı yapacak yer arıyorum, burnumun dibine sokulmuş çıplak kadın fotoları. Kahvaltıda ne yesem? Tai kahvaltısı nedir bilmiyorum. Dünya’nın bir çok yerinde kahvaltı konusunda hüsrana uğramış biri olarak ekmek arası peyinir, domates, zeytin satan subwayi bulmak günün güzel geçeceğinin ilk alametiydi. Kahvaltı ettikçe kafam çalışmaya başlıyor iki yudum da kahve içince iyiden iyiye kendime geliyorum.
Tabii en önemli sorun şimdi başlıyor. Grand Palace denen yere Nanaaa’dan nasıl gideceğim. Gençten bir iki çocuğa soruyorum. Genelde sadece onların arasından İngilizce bilen çıkıyor. Taksi’ye bin dediler. Atladım taksiye. Taksimetreyi aç deyince 10 metre ileride indirdi beni. İkinci taksici trafik yoğunluğuna rağmen beni almayı kabul ediyor. İnip yürüsem daha hızlı gideceğim. Sonunda geliyoruz Grand Palace’a. Taksiciler çakallar, hatta hemen herkes çakal.Yabancıysanız potansiyel kazıklanacak insansınız. Açıp haritayı nerede olduğumuzu gösteriyorum, hangi yoldan gideceğimizi soruyorum da beni kazıklamıyor. Normali biraz dolandırmak aslında. Bugün tanışacağım Alman arkadaşı dolandırdıkları gibi.

Neyse efendim vardım saraya, saat 15:00. Girdim içeri, görevli üniformalı teyze durdurdu beni. Hayırdır dedim. Şortla girmek yasak dedi. Nasıl yani dedim. İlk başta sinirlendim. Ne yapmalıyım dedim. Yarın gel, saat 1 saate saray kapanıyor dedi. Sinirli sinirli kadının yüzüne baktım. Kadın bana daha da sinirli baktı. Burası bir saray ve aynı zamanda bir tapınak. Üstelik kral şu an içeride. Bunlara saygı duymalısın dedi. Utandırdı beni sinirlenmiş olmamdan. Yemek isteyen aç bir köpeğin yalvaran masum suratını takınıo kadına bir daha melul melul baktım. Kadın yumuşadı biraz, ama yanındaki hıyar görevli hayır hayır sör, yarın gel dedim. Dedimki kendi kendime bu adamların kesin bir çözümü vardır. Bir iki yere girip çıktıktan sonra bir baktım ki yolun karşısında pantolon kiralayan bir dükkan var. Girdim dükkana. Tabii pantolonla ilgilenmiyorum. Sadece kaç paraya patlayacağına konsantre olmuş durumdayım. 100 baht (6 lira) depozito bırakıyorsun geri getirirsen 70 Baht geri veriyoruz. Off. Süper. 2 lira sadece kiralamak. E ver bir tane diyorum. Karşıma bir pantolon çıkıyor. Rengarenk, desenli, ciyak. Düz rengi yok mu bunun? Hayır yok. Saçmalamayın ben bunu giyemem. Sen bilirsin. Mecburen giyiyorum pantolunu. Şimdi anlıyorum sarayın içerisindeki bu ciyak renkli pantolonları giymiş insanları.Aslında hiçbir kuvvet bana bu pantolonu giydiremezdi ya zaman kısıtlıydı. Sonrasında bu hikayeyi pek sevimli buldum. Bu desenli, hatta bazısı ciyak renkli, ciddiyetten tamamen uzak çingene işi diye tabir edilen pantolunu giyince krala saygısızlık etmiyordum, düz renkli şortumu giyince saygısızlık oluyordu. Allahım diyorum, Dünya’nın her yerinde görüntü ne kadar da önemli. İçerik hiç bir şey görüntü herşey.

Her neyse efendim. Giydim son moda pantolonu, girdim tapınak ve saraya.

14 Haziran 2012 Perşembe

Guca çılgınlığı üzerine.



Müzikle çıldırmış bir şehir dolusu insan. Her yerde orkestralar var. Kafanı nereye çeevirsen iyi müzik dinleyebileceğin bir yerler bulabilirsin. Fotoğraftaki halimden de anlaşılacağı üzere sarhoşum ve ertesi gün kesinlikle içmeme ve güzel müziği sonuna kadar dinlemeye karar verdim. Ertesi gün oldu. Hakkaten akşama kadar içmemeyi başardım. Artık kötü müzik yapanların yanında duramıyor amatör ama iyi müzik yapan insanları arıyordum. Akşam olunca üşümeye başladığım için üzerime bir şeyler almaya misafiri olduğum Sırplar’ın evine gidiyorum. Bir gittim eve, kurmuşlar güzelim sofrayı, Rakıja içiyorlar. %75 alkollü bir çeşit ev yapımı brandy. Şat şeklinde içiliyor. Bir yandan da bangır bangır müzik çalıyor ve teyze amca, görümce hepsi içip beraberce şarkılar söylüyor. Bu Sırplar’da alevilik var herhal diye düşünüyorum. Adamlar bir şekilde beni sevdiler. Zorla oturtular. Zorla dediğim Bogdan ve Stevan diye iki herif vardı. Bildiğin insan azmanı. Benim kadar boy enlemesine de benden iki taneler. Jiveli diye ilk kadehi kaldırınca, ikinci kadehi arkadaş şerefe diye kaldırdılar. Bütün kadehler için bu son diyorum ama hepsi teker teker bana kadeh kaldırıyor. Stevan’ın karısı sadece İngilizce biliyor. Nazik olmak istiyorum, kalkmak istiyor ve sarhoş olmadan bir kahve içmek istiyorum ama beni bırakmıyorlar bildiğin Türk muhabbeti yapıp bu iki insan azmanı koluma giriyor. Aralarında Sırpça konuşuyorlar. Geyik malzemesi olduğumu hissediyorum. Stevan’ın karısı bizi hiç anlamıyorsun dimi diyor. İki şat sonra galiba anlayacağım diyorum. O zaman jivele diye kadeh kaldırıyor. Hakkaten artık ben de Sırpça şarkıya eşlik etmeye başlıyorum. Bogdan ve Stevan festivale gitmeye karar veriyor da ben de kendimi onlardan alabiliyorum.

Alana gittiğimde biraz sarhoşum. Gidip yemek yiyor, su ve kahveleri ardı ardına içiyorumki ayılayım. İyi de oluyor ve kendime gelmeyi başarıyorum. Orkestra yarışması var. Bir sürü orkestra var. Sıra ile çıkıp iki şarkı çalıyorlar Biri yavaş, trompetin acı çektiği bir şarkı. İkincisi hızlı dans etmek için. KOLO diye bir oyunları var. Halaya benziyor. Ama sola da gidiyorsun. Öğreniyorum oynamayı. Fransız asıllı Avusturyalı arkadaşım Pascalina’ya öğretmeye çalışıyorum. Bir türlü beceremiyor. Bu güneylilerde herhalde böyle yan yana omuz omuza oynama kültürü var sadece diye düşünüyorum.

Bir sonraki sefere kesin bir ses kayıt makinesi ile geleceğim. Unutuyorum çünkü dinlediklerimi. Kilise müzikleri vardı mesela. Çok güzel bir flütleri var ilahiler için. Neyin dilli hali diye düşünülebilir. Onu da kaydedemedim. Gördüğüm en iyi orkestra Boban ve Marko Markovic’inki. İnanılmazlardı. Bir de Goran Bregovic Sırp bir sanatçının solistliğinde Ederlezi’yi söylediler. O da muhteşemdi.

Gecenin ilerleyen saatlerin her iki kişiden birinin sarhoş olduğunu görüyorum. 

Dubrovnik


Bosna sınırında adını bilmediğim bir sınır kasabasından Dubrovnik’e geçmeye çalışıyorum. Dubrovnik’e otobüs bir sonraki gün sabah. Otostop çekmeye çalışıyorum. Bir tane sırt çantasını omuzlamış bir Malatya’lı ismini bile bilmediği bir sınır kasabasında hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu ve İngilizcenin de hemen hiç kullanılmadığı bir yerde sınırı otostop ile geçmeye çalışıyor. 10 dakika falan kimse durmuyor. Taksiciler geçiyor. 30 Euro istiyorlar. Vermiyorum. Ancak zamanım da çok az. Bir sonraki gün Hırvatistandan tekrar Bosna üzeri Sırbistan’a geçmem gerekiyor. Zaman azaldıkça Dubrovnik’i göremeyecek miyim acaba diye düşünüyorum. İkinci taksici 25 Euro’ya düşüyor. Gidip bir restoranda cevapcici yiyorum. Bazlama ekmeği, soğan ve köfte. Bosnalıların yerel bir yemeği. Garsonlardan biri İngilizce bilen bir kızı getiriyor. 20 Euro veriyorum bana bi taksi bulsana diyorum. Kız taksiyi buluyor ancak taksinin korsan taksi olduğunu sınıra gelince anlıyorum. Taksici benimle konuşmak için İngilizce bilen bir arkadaşını arıyor ve cep telefonu ile anlaşıyoruz. Sınır polisleri önce kendi ülkelerine sadece 6 saatliğine geldiğimi anlayamıyorlar. Paran var mı, var. Göster, peki. Üç kere sorgulanıyorum. Önceki sınır geçişlerinde otobüste uyuklamıştım ve sadece geç dediler. Şimdi ilk defa problem yaşıyorum. Adamlar Bosna’dan Hırvatistan’a, Hırvatistan otobüs durağındaki Bosna otobüsüne binmek için gittiğimi düşünüyorlar. Bu doğru ama bu işlemden önce 6 saatim var Dubrovnik’i gezmek için diyorum. Sonra tekrar başa dönüyoruz. Paran var mı, var. Göster, peki. Şimdi niye gidiyosun Hırvatistan’a. Bosna’ya gitmek için Bosna’dan neden geliyorsun?
Adını bilmediğim yer.
En sonunda sınır polisleri benim ve taksicinin haline acıyor ve bizi bırakıyorlar. Dubrovnik2te dolaşırken kayboluyor ve eski şeri bulamıyorum. Kaybolmam esnasında Özdere’nin ara sokaklarında dolaşıyor gibiyim. Ne kötü bir yermiş burası diye düşünüyorum. Hiç bir şey yok, millet sadece denize girmek için mi geliyor buraya. Türkiye böyle bir sürü çok güzel sahile sahip diye düşünüyorum. Sonunda birilerinin yardımı ile otobüse biniyorum ve eski şehir denen yere gidiyorum.

Yüzüklerin efendisindeki Gondor şehri vardır. Hava bükücü Avatar’da toprak krallığı şehri vardır. İşte öyle ihtişamlı bir şehirmiş meğersem Dubrovnik. Herşey taştan. Ortadan bir taş yol ilerliyor. Binaların arasındaki merdiven ara cadde iki taraftan dağa doğru tırmanıyor ve şehri çevreleyen kale surlarına dayanıyor. Dar, en fazla iki kişinin yan yana geçebileceği dar ara sokakların ortada geniş “istiklal caddesi”ne açılıyor. Sonuna kadar ilerliyorum Şehrin arka tarafı limana açılıyor. Kaleyi buradan çok daha güzel görebiliyorum.


Yol boyunca canlı müzik hiç kesilmiyor. Sokak müzisyenleri her yanı sarmış. Akşama doğru şehrin meşaleleri yanıyor. Tarihi bir hava tüm şehre hakim oluyor. Dar sokaklardaki merdivenlerden dağa doğru çıkıyorum. Bitecek gibi değil. Dubrovnik’e bir kere daha gitmem gerektiğini öğrenmek için bu kadar koşturmaca yaşamam gerekiyormuş, onu öğreniyorum.

Mostar İzlenimleri


Belgrad (Sırp) plakalı arabayla önce müslüman mahallesinenden geçtik. İki tarafta Sırpları pek sevmiyorlar. Bu sebeple garip bir gerginlik hissediyorsunuz. İlk defa Sırp değil Türk olduğumuz için seviniyoruz.

Şehirdeki en önemli yapı Mostar köprüsü. Köprü doğu ile batı arasında geçişi sağlıyor. Be sebeple bir zamanlar Mostar ekonomik olarak çok iyi durumdaymış. Köprü yakın zamanda nehir doğal bir sınırdır diye düşünülerek Hırvatlar tarafından havaya uçurulmuş. Yeniden yapılması için pek sevdiğimiz RTE destek vermiş. Zaten köprünün ilk halini de Abdullaziz döneminde Hayruddin yapıyor. Sarajevo gibi Mostar’da da müslüman ve katolik zengin evleri mevcut. Balkanlardaki en güzel ev olarak gösterilen Muslibegovic’in evine gidiyorum. Musli adamın ismi, begovic d e bir çeşit ünvan. Evin içerisinde haremlik ve selamlık var. aynen bu kelimeleri kullanıyorlar. Otele çevrilmiş durumda. Paranız varsa bu evde kalmak iyi bir fikir. Her yer ahşap döşeme. Pencerenin önünde alçak divan. Bağdaş kurup oturmak için olan divanlar duvar boyunca uzanıyor. Odanın ortasında mangal. Kenarda çok ilginç işlemeli ve tavana kadar uzanan duvara yapışık soba.

Çıkıyorum evden ve 1550’lerde yapılmış olan bir camiiye giriyorum. Camiye giriş 2 euro. Zaten tüm tarihi yapılara giriş paralı. Minareye çıkmak istersen 4 euro. Ancak görevli tek başıma olduğumu öğrenince 2 euroya minareye de öıkabileceğimi söyledi. Zaten burada hiçbir fiyat kesin değil. Taksiye aynı yoliçin yarı para verdiğim oldu. Kuzeylile buralarda ne yapıyordur acaba diye düşünüyorum.

Hayatımda ilk defa minareye çıkma Bosna’da kısmetmiş. Minarenin merdivenleri bitmek bilmiyor. Dön dön dur. Insanın başı dönüyor. Minareye çıknca bir ezan okuyasım geliyor ama ramazanda böyle bir espriyi müslümanların kaldıramayacağını düşünüp susuyorum.

İmana geliyorum. Tepede beni bekleyen iki yabancı görüyorum. Minareye çıkış merdivenleri tek kişilik. Mostar manzarası muhteşem. Nehrin müslüman tarafından katolik tarafını izliyorum. Dağın tepesine koca bir haç yapmışlar. Aynı hacı başka Bosna şehirlerinde de görmüştüm. Dubrovnik’te de aynı hacı göreceğim. Yükseklik korku baş gösteriyor. İmam olmak zor iş diye düşünüyorum.

Mostar’da bir sinagog var. oraya doğru gidiyorum. Bosna’daki yahudilerin büyük bölümü ikinci paylaşım savaşında katledilmiş. Bu sebeple pek yahudi kalmamış durumda. Saat kulesine gidiyorum. O da harap edilmiş durumda. Bosna’da bir çok tarihi yapı harap edilmiş, sonrasında tekrar inşa edilmiş. Yoruluyorum ve nehrin kenarında bir yerlerde oturup bir şeyler içiyorum. Buraya gelen herkes nehrin kenarına oturup bir yemek yemeli. Hatta akşam yemeği. Köprüyü ve ışıklı şehri tüm gücüyle içine çekmeli.
Mostar köprüsüne biri çıkıp para topluyor. Sonrasında alkışlar eşliğinde köprüden aşağı atlıyor. 26 metre. Aslında atlamaktan ziyade kendini bırakıyor, kollarını iki yana açıyor ve diz kapaklarının üzerine düşüyor.Artık Mostar’da olmadığıma göre rahatlıkla söyleyebilirim: Ne var ki böyle atladıktan sonra ben de yaparım. Malumunuz erkekler kadınları etkilemek için atlarmış buradan.

Köprünün iki tarafı çarşı. Bizdeki bakırcılar çarşısı gibi. Dar sokaklar vve her yer taş. Nehirden gelen taşlar bunlar. Yolun iki tarafında dükkanlar. Mostar zamanın çok zengin şehirlerinden. Genel olarak tüm tarihi eserler müslüman tarafında. Hristiyan tarafına Osmanlı, zamanın en büyük manastırlarından birini yapmış durumda.
Şehirde iki tarafın savaşta kaybettiği insanlar için iki ayrı mezarlık bulunuyor. Mezar taşlarında hep 1993 yazıyor. Müslüman tarafındakinin ismi şehitlik.